
Çukurova Bülten Genel Yayın Yönetmeni Dr. İsmail Sarp Aykurt, Fikir Gazetesi’nde dijital çağın getirdiği iletişim problemleri, suskunluk, yalnızlaşma olgularının toplumda yarattığı etkileri değerlendirdi.
Dijital çağın bizi ekranlara kilitleyen yüzü, riyakâr ilişkiler de yaratmıyor mu?
Çağımız, insanlığın birbirleriyle ilişkiler kurduğunu zannettiği ancak aslında köklerinden hızla uzaklaşmaya devam ettiği bir çağ olarak adlandırılabilir. Herkesin yüzeysel olarak bağ kurduğu, fakat derinlerde herkesin kendi yalnızlığına sıkıştığı bir dönemin içerisinden geçiyoruz.
İnsanlığın tarihsel yapı taşlarından birisi olan sosyalleşme, dijitalize olan birçok araç ve platform marifetiyle kendimize kadar daralmış hâlde. Ellerimizde ekranlar, ceplerimizde sanal ağların gücüyle herkesin herkesle anında irtibata geçebileceği bu çağda, hiç olmadığı kadar birbirinden kopuk nesiller yaratmaya adayız.
Hatta bu durumun bırakın bir yeni ilişkilenme yaratacağı fikrini, eskiden devrolan birçok ilişkiyi “yüz yüze diyalog” noktasından bile uzak/geri bir pozisyona çektiğini tespit etmek durumundayız.
Tam da bu nedenle birbirimizi kulağımızla ve aşikâr olan anlamıyla duyuyor olsak da kimsenin kimseyi tam olarak duyduğundan ya da dinlediğinden emin olmadığımız bir kısır döngü içerisine demir atmış gibi hissediyoruz.
Bunların elbette dönemsel nedenleri var. Ama birbirimize bu kadar “yakın” hissedip, bu kadar “uzakta” konumlanmak parçalı/parçalanmış sosyallikler yaratıyor ve buna sanal ilişkilerin kırılganlığı da ekleniyor.
Öte yandan bu durumun bir handikapı da bulunuyor. Aslında kendi kişisel ya da örgütlü yaşamımızda, yeterince iyi ifade edemediğimiz şeyleri sosyal medyada yansıtmaya çalışırken “suskunluk” düzeylerimizi de ortaya çıkarmış oluyoruz.
Sosyal medyanın bu kadar “belirlediği” bir yaşam sahasında, hem kişisel eylemler hem de kişilerin halet-i ruhiyelerini yansıtmaları açısından yaratılan olanaklar, kişiyi rehabilite ederken aslında kişinin toplumsal bir varlık olma hüviyetini de tahribata uğratmış oluyor.
Bu nedenle sadece birbirimizi duymuyor da değiliz. Aslında çok bariz bir suskunlaşma girdabına girmiş görünüyoruz.
Sosyal medyada konuşan ancak gerçek yaşamın birçok uzvunda konuşmayı unutan, dinlemeyen ya da bunu marifet belleyen, sosyal fobisi oluşan insanlar çoğalıyor.
Duymamaktan Suskunlaşmaya…
Peki, Siyaset Bilimci Elizabeth Noelle-Neumann’ın zamanında ortaya koyduğu “Suskunluk Sarmalı” bizi ne kadar açıklayabiliyor?
Noelle-Neumann kuramında, bireylerin algıladığı ya da genel geçer olduğunu düşündüğü görüşleri ayıklayan ve tahlil eden insanların, eğer kendi bireysel düşünceleri bu genel geçer görüşlerden ayrılıyor ise toplumdan ve çevreden dışlanmamak üzere sürüklendiği bir helezonun varlığını tasvir ediyordu.
Yine kuram, bir kişinin ya da grubun, içerisinde bulunduğu toplum nezdinde geçerli ve hakim olarak algıladığı görüşlerin dışında konumlanması halinde sessizleşeceğini, bu kişilerin “dışlanma korkusu” yaşayacaklarını ve kişinin, bu izolasyona (toplumsal dışlanma) uğrama endişesi ile fikrini söylemekten vazgeçeceğini, bu durumun ise kişileri bir suskunluk sarmalına hapsedeceğini anlatıyordu.
Bu, hem sosyo-psikolojik bir tespitti hem de toplumsal bir varlık olan insanın “dışlanma” kaygılarını işaret ediyordu.
Her ne kadar, suskunlaşma ve dışlanma kaygımız tükenmese de kabuk değiştirdi. Özel hayatımızdaki suskunluklarımızı aşma yolunu “sosyal medyanın gri alanlarında” arar hale gelirken, girdabın daha da derinlere çekildiğimizi ne yazıktır ki fark edemedik.
İşitme organımız var olsa da ne duyuyoruz ne de gerçek bir iletişim örüntüsüne sahibiz birbirimizle. Tüketmeyi öneren ve sömürülmeyi meşrulaştıran bir sistemde, dinlemeyi ve duyabilmeyi de bitirirken, sosyal medyada çıkardığımız envai çeşit gürültüyle birlikte zaten kendi sesimizi bile duyamaz hale geliyoruz.
Aslında gerçek bir iletişim 3D’si olarak paketleyebileceğim “duymak, dinlemek ve diyalog kurmayı” eski nesillere bırakmışken en korkuncu da “duymazlıktan gelme” tavrı olsa gerek.
İşte, birbirimizi duymamaktan ziyade duymazlıktan gelmek, bizi sosyal süreçlerden atomize ederken bir şeyi daha anımsatmış oluyor.
İleri doğru gidemeyen, güvensizliğin ve çürümenin hızla yaygınlık ve meşruluk kazandığı bir toplum, olduğu yerde asla kalamayacak. İleri adım atamayan, her zaman olacağı gibi daha da geriye düşecek, ötelenecek.
Ötelenmenin içerisindeyiz.