
🔴 Musa Güven | Serbest kürsü
Yazılarımın çoğunda kapitalizme dair eleştiri geliştirmeye çalışıyorum. Benim yaptığım şey yeni değil, farkındayım. İnsanların damağında tanıdık bir tat bırakıp çekip gitmeye niyetli değilim. Benim derdim bütün olarak insanlığa ve doğaya az da olsa bir fayda sağlamak.
Sosyal bir varlık olmanın getirdiği yükümlülükler vardır. Bu yükümlülüklerin ağırlığı altında ezilmeyiz hiçbirimiz. Bizi ezen sonsuz rekabettir, sonsuz hırstır, sonsuz kindir. Bunu belirtmemin temel sebebi, insana acı veren her olayın ve her olgunun onun sosyal bir varlık olmasına bağlayan bireyci anlayışın zayıflamasına katkı sağlamak. Çünkü biz insanlık olarak mevcut aşamamıza kolektif bir emekle ve bilinçle eriştik. Onun için her bireyin, kendine bu topluma faydalı bir iş yapabiliyor hissiyatı kazandırmanın onu sağaltabileceği, iyileştirebileceği görüşündeyim. “Peki biz kötü bir durumda mıyız? Neden iyileşmek sözcüğüne vurgu yapıyorsun?” diyenler olacaktır. Bunu biraz daha berraklaştıralım.
Semavi dinlerde anlatılan cennetten kovulma, yeryüzüne gönderilme olayını bilirsiniz. Dinsel anlatıda, bizim hepimizin bir günah neticesinde soluğu dünyada aldığımız, dolayısıyla hastalıklı bir ruh hâlinden kurtuluşun da yaratıcıya sonsuz teslimiyet olduğu vurgulanır. İnanan insanlar şifanın Allah’tan geldiğini ve ona teslim olmanın onu sağaltacağını düşünür. Burada öz olarak anlatmaya çalıştığım şey, ruhsal anlamda hepimizde bir noksanlık olduğunu belirtmek.
İlk yazılı destan olan Gılgamış Destanı’nda da durum pek farklı değildir. Eksiklik hissiyatı burada da mevcuttur. Ölümsüzlük arayışı ile özdeşleşen Gılgamış Destanı’nın, tarihsel olarak mitlerin ve dinlerin ölüm duygusu karşısında kendini huzursuz hisseden insana verdiği cevap ile benzer özellikler taşıdığı söylenebilir.
Buda’nın ve Zerdüşt’ün öğretisi de aynı değerlendirmeye tabi tutulabilir. İnsana tamamlanmışlık ve eksiksizlik duygusu tattıran, kapsamlı cevaplar bütünü ilk toplumları oluşturan temel unsurlar arasında sayılabilir.
Hastalıklı bir ruh hâline sahip olduğumuz görüşünü temellendirmek için elbette üretim ilişkilerine de değinmeliyiz. Tarihi en iyi şekilde kavrayabilmek için vazgeçilmez bir gerçekliktir üretim ilişkileri. Sınıfların doğuşu ile insan psikolojisine sadist ya da mazoşist ruh hâli egemen olmuştur. Bunun sebebi toplumun ezen veya ezilen olarak ikiye ayrılmasıdır. Köle ve efendi diyalektiği günümüz kapitalist toplumunda da mevcuttur. Bu durum insanın bilincini, duygularını ve düşüncelerini olumsuz yönde etkiler.
Sömürü mekanizması psikolojik anlamda hasarlı insanlar yaratır kısaca. Ancak sömürünün olmadığı bir yerde şifayı gerçek anlamda bulabiliriz.
Şimdi de attığım başlığı biraz irdeleyelim. Şifa nedir? Biz neden şifa ararız?
Şifa, Arapça kökenli bir sözcük. Hastalıktan kurtulma, iyileşme anlamına gelir. İslam dininin kaynaklarında da bolca rastlanır bu sözcüğe. Bundan dolayı “Şifa” kelimesi diğer Orta Doğu dillerinde de kullanılır.
Eğer bir işte çalışıyorsak, mesai saatleri dışında bütün zamanlarımıza sızan her hareketimiz, tavrımız, meşguliyetimiz kendimizi daha iyi hissetmemize yardımcı olacak şekilde programlanır zihnimiz tarafından. Müzik dinleriz, oyun oynarız, film izleriz, kitap okuruz, yürüyüşe çıkarız, misafirliğe gideriz… Her anımız iyiyi arar yani.
Savaş ve yoksulluk koşullarında bile insan kendini motive edecek bir şeyler bulur. Bu durumun, onun türünü devam ettirmesi ve sağlıklı bir şekilde düşünebilmesi için gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Aksi durumda bağışıklığımız zayıflar ve kolay bir şekilde yıkılabiliriz, savrulabiliriz doğa karşısında.
Şifayı bulmaya çalışıyoruz bir şekilde. Sürekli, hiç durmadan. Her birimiz ayrı ayrı. Peki tekil bir şifanın kıymeti nedir? Tekil bir mutluluğun anlamı nedir? İletişimsiz bir toplumun sancısı değil midir bütün çektiklerimiz?
Suskunluklarımız ve Diyaloglarımız Arasında: Birbirimizi Duyabiliyor muyuz?